-Küresel Çatışma ve Suriye İzdüşümü-
Tarih okumaları iyi bir devlet adamı siyasetçi, strateji ustası komutan, insan yetiştiren beyin yapıcı bilge, güç tasarımcısı danışman, vb için elzemdir. Elbette ki tek başına yeterli değildir, ama diğer temel bilimler ve yardımcı disiplinler yanında mutlaka anlamak için okunmalıdır. Tarihi özellikle iktidar sahipleri yazdığı için ideolojik bir tarafı da vardır. Yazımında tarafgirlik de söz konusudur. Gerçeği arayan bir meraklı için bu tarz zırhlar parçalanabilir, öz ve gerçek ortaya çıkarılabilir. Yeter ki okuyucuda gerçeği aramak temel motivasyon olsun. Öyle ki, geçmişin tarihini okurken, acaba bugünün tarihi yazılsa nasıl yazılırdı diye tersine mühendislik yapabilsin. Ancak nihai aşamada arzu edilen, geçmişteki olaylar ve kişilerle bugünün arasında kurulan yaşamsal ilişkinin anlamlı bir bir bütünlük oluşturabilmesidir. Yoksa tarih bir teselli pınarı olmadığı gibi gerçekdışı hurafelerin, efsanelerin yatağı da değildir.
Niçin bu tarih yazımı meselesine tekrar döndüm? Çünkü, tarihi çağları daha kısa zaman aralıklarında yaşadık/ ve yaşıyoruz bugün. Tarihi süreçte bir yüzyıl/ çağ ortalama 100 yıldan oluşmaktadır, ancak özellikle son iki yüzyılda tarihi çağların değişimleri güçlü ve derindendir ama içerdikleri zaman aralığı sürekli kısalmıştır. Mesela 1950’de başlayan Bilgi Çağı 1990’da sona ermiştir. 1990’da başlayan internet çağı 2000’li yılların başında bir başka internet çağına dönüşmüştür. 2000’den sonra ise yeni çağ ancak 10 yıl içinde devrini tamamlamıştır. Şu an zamansal olarak 21. Yüzyıldayız, milenyumun ilk yüzyılındayız; ama daha ilk 25 yılda neredeyse üç ayrı çağı yaşadık.
Bu gelişmelere paralel olarak, dünyadaki güç değişimleri de daha kısa aralıklar içinde gerçekleşmektedir. Mesela bizim haberdar olmadığımız, Eski Batıya meydan okuyan Amerikan çağı 19. Yüzyılda tamamlanmış, takiben de Komodor Perry işgaliyle Uzakdoğu’da ilk defa Batıya meydan okuyan bir güç çıkmıştır: Japon İmparatorluğu. Bu öyle bir güçtür ki, neredeyse yarım yüzyıl, Amerika Çin’in büyük parçalar halinde bu güç tarafından koparılmaması için mücadele edecektir. Nihayet bu güç ile ABD okyanusyada tarihin en büyük deniz savaşlarını yapacak, nihayet atom bombası kullanarak teslim alabilecektir. Ancak, bu da yetmeyecektir, Japon gücü tekrar teslim alınan Alman gücü gibi kısa sürede ayağa kalkacak, özellikle ABD’yi ve dünyanın bazı ülkelerini finans gücü ve yeni elektronik ve otomotiv üretimiyle işgale kadir hale gelecektir. Dönemin SSCB gücünü de dengelemek için ABD Çin ile özel bir destek ilişkisi geliştirecektir. Ancak, Japon ve Alman (Batı Avrupa) gücünü dengelemek için 20. Yüzyıl içinde ikinci bir küresel dizayna yol açan işgallere (Özellikle Irak’ın işgali) girişecektir. Ancak bu kez de çağ Çin gücü için farklı akacaktır zaman itibariyle. 1990’larda atağa kalkan Çin üretim gücü 2000’li yılların başında bölgesel güç, 2008 sonrası ise küresel güç seviyesine çıkıverecektir. Bugün ise ABD karşısında tarihin en özgün meydan okuyucu birinci gücüdür. Son yüzyılda yaşadığımız bu büyük güç dönüşümlerini Avrupalı kadim güçlerin öngörememiş olması garip değil midir? Büyük Çin uzmanları çıkaran Fransa hikayeyi hep yakın gelecekte Çin uyanacak diye tasarlamış, ama bu kadarını da hesap edememiştir. Üzerinde hala güneşin batmadığı Britanya İmparatorluğu da tarihin bu büyük dönüşümünü hesaplayamamıştır. Halbuki daha 19. Yüzyılda ABD ve Rus İmparatorluklarının Büyük Britanya’yı geçeceklerini İngiliz devlet aklı kavramıştı. Ama kocaman cüssesi olan ve sessiz ilerleyen Çin’i onlar da fark etmemişlerdi. 1990’lı yıllara kadar Çin küresel sermayenin çatışma alanı, çıkar alanı idi. Özgün bir gücün doğuşu ile ilgilenmiyorlardı. Bugün ise ilgilenmek için çok geç!
O kadar geç ki, ABD için bir üçüncü Japonya sendromu diyebiliriz. Meiji Restorasyonundan 1945’e kadar olan dönemde yükselen Japon militarizmi ve kapitalist yayılmacılığı Okyanusya savaşı ile 1990’larda zirveye ulaşan Japon elektronik ve otomotiv sektörü ve finansal yayılmacılığı da Körfez Savaşını da içeren bir dizi sert tedbirler ile önlenmişti. Uzakdoğu’daki Çin’in sıradışı yükselişi de süratle ekonomi dışı bir yöntemi adeta zorunlu kılmaktadır. Gümrük tarifelerinin yükseltilmesi, ambargolar, vs 1. ve 2. Dünya Savaşları öncesi ekonomik savaş düzenlemelerine çok benzemektedir. Bu tedbirlerin taraflardan biri tarafından dayanılmaz hal alması durumunda savaş kaçınılmaz olacaktır.
Tarihi Tecrübeler Işığında Savaş
Tarihi tecrübeler ışığında savaş dediğimizde neyi kastettiğimizi berraklaştırmak gerekmektedir. Öncelikle şunu ifade edelim, her iki küresel savaş da bize şunu göstermiştir: Küresel savaşlarda en azından iki sınıf devletler vardır: Savaş yapma kararı alan ve savaşı yürüten birinci sınıf devletler ve onlara tabi olarak savaşa iradesiyle veya gayri iradi olarak savaşa katılan ikinci ya da üçüncü sınıf devletler. Şu iyi bilinir ki, birinci sınıf devletler savaşa karar verdikten sonra tam varoluşsal anlamda bir savaş yürütürler. Yani, bu devletler işgal edilirse onları ancak kendi öz varlıkları, öz milletleri, öz yönetimleri kurtarabilir. Yabancı veya müttefik devletlerden destek alabilirler ama nihai zaferi kendi iradeleri ile kazanırlar. Buna verebileceğimiz muhtelif örnekler vardır. 2. Dünya Savaşında SSCB bu türden bir büyük devlettir. Savaş sırasında ABD ve İngiliz yardımına rağmen Sovyet İmparatorluğu organizasyonunda savaşa sürdüğü milyonlarca insanın kanı pahasına savaşı bizatihi kendisi sonlandırmıştır. Bu noktada Leningrad ve Stalingrad savunmalarını özellikle zikretmek istiyorum. Bir gücün ontolojik hayat mücadelesi ancak bu şekilde olabilir. Hatta savaş sonrası ABD imparatorluğunun atom teknolojisiyle arayı açma ihtimalini beş yıl sonra çalarak geliştirerek ortaya koyduğu nükleer başarıyla sonlandırmıştır. Bunları yaparken bir diğer gücün asli katkı sahibi olmasını beklememiştir. Diğer örnek İngiltere’dir. Nazi Hava Kuvvetleri Luftwaffe’nin uzun süren hava saldırılarına karşı iradesini koruyarak, gündüz tahrip edilen binaları gece tamir ederek, bütün Londra sakinlerini savaş için organize ederek savaşma iradesini canlı tutmuştur. Diğer örnek 2. Dünya Savaşında en fazla kayıp veren Çin’dir. 35 milyon insanını kaybeden ve bütün gelişmiş ve hammadde bölgeleri işgal edilen Çin Japon Savaş makinesinin katliamları ile biçilmiş ama iradesinin kırılmasına izin vermemiş, Japonya ile barış antlaşması imzalamamıştır. Bunu Cannae’da Roma Ordusunu adeta kılıçtan geçiren (O güne kadarki en kalabalık Roma ordusu olan 76 bin kişilik Ordudan ancak 6 bin kişilik bir birlik kurtulabilmiştir) Hannibal’in barış teklifini Roma Senatosunun reddetmesi (MÖ 216) ile mukayese edebiliriz.
Savaş kararı alan ve savaş yapan birinci sınıf devletlerin güç mimarisi de incelenmeye değerdir. Bugün artık bilimsel çalışmalarla iyice belirginleşmiştir ki, ekonomik üretim kapasitesi (Buna kapitalist üretim altyapısı da deniliyor) ve ticari etkinlik düzeyi birinci sınıf devletlerin ana odağıdır. Ekonomik ve askeri gücün bedeni kurumlardır; aklı ise bilimsel gelişme ve inovatif kapasitedir. Bedenin ruhu ise toplumsal duygu ve psikolojik gerilimin inşasıdır; bu inşada bazen din, bazen ideoloji, bazen de modern sosyal değerler başat rol oynarlar. Ancak, birinci sınıf devletler açısından vazgeçilmez olan ekonomik üretim altyapısı ve ticari üstünlüktür. Siyasal inşa bunun üzerine yapılır. Ordu da buna göre şekillenir.
Savunma ve altyapı inovasyonu ile de rekabete, savaşa girilir.
Özellikle küresel ölçekli savaşlarda mutlaka ekonomik üretim altyapısı ile ekonomik ve askeri inovasyon yeteneği dikkate alınmalıdır. Buna henüz küresel algının oluşmadığı ya da daha sonraki dönemlerde de bölgesel gelişmelerin küresel etkiler doğurduğu tarihlerdeki bölgesel savaşlar da dahil edilmelidir. 1. Dünya Savaşı öncesi Büyük Britanya ve Hollanda tarafından yapılan iki büyük dünya savaşı provasının (1608- 1683) temelde bir üretim ve ticaret savaşı olduğunu görmek mümkündür. Üretim altyapısı kuramayan ve bir ticaret sistemi gerçekleştiremeyen İspanya ve Portekiz küresel güç mücadelesinden erken çekilmişlerdir.
Daha sonraki B. Britanya ve Fransız İmparatorluğu arasındaki küresel savaş provası da iki farklı üretim altyapısının savaşıdır. Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775- 1783) ise tamamen yepyeni bir üretim altyapısının doğuşu savaşıdır. Bu prova niteliğindeki savaşları bırakalım, Birinci Dünya Savaşının ana aktörleri sayılırken bile bizdeki eğilim siyasi ve asker liderleri ve kapasiteyi ön planda tutmaktır. Halbuki iki küresel savaş da (Bazılarının ifadesiyle Küresel Paylaşım Savaşı, ki bu isimlendirme tamamen ekonomik temel içermektedir) farklı ve rakip üretim biçimlerinin organize ettiği bir küresel savaştır.
Savaşın ekonomik üretim altyapısı ve finansmanı özellikle Birinci Sınıf Savaş Yapan Devletlerde daha belirgindir. Zira ikinci sınıf devletlerin savaş finansmanı, ordularının lojistiği ana müttefik gruplar tarafından yapıldığı için bu devletlerin tam bir direnç testine tabi tutulmamaları mümkün değildir. Daha çok o devletleri fonlayan ve destekleyen devletler ön plandadır. Ana yüklenici devlet kazandırsa kazanırlar, kaybederse kaybederler. Salt kendilerinden menkul bir zaferleri olamaz. Hatta ana müttefik güç kazandığında ikinci sınıf devletler de galipler arasında şeklen yer alsalar bile tam zafer elde etmiş sayılmazlar.
Mesela galibiyetin ekonomik, askeri ve siyasi sonuçlarından yararlanamazlar. Bu durumu aslında pratikte görmek mümkündür. Bugün dünya üzerinde öyle devletler vardır ki, tam tabiriyle birden çok cephede savaş halindedirler. Ancak, galibiyet kazandıklarında pay alamadıkları gibi savaş bütçesinin ağırlaşan yükünü kendileri taşırlar. Ancak, büyük devletler öyle değildir. İşgal ya da kontrol ettikleri bölgelerin tüm varlıklarına el koyarlar, savaşın maliyetini buradan finanse ederler. Örneğin, Suriye Savaşının ve bir bölgesinde kurulan SDG Özerk Bölgesinin maliyetini ABD Rakka ve Deyrizor petrolleri geliriyle sağlamıştır. Büyük savaşın sona ermesi halinde de durum farklı değildir. Mesela 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu ittifak savaşı kazansaydı, Mezopotamya ve Bakü petrolleri bize kalacak mıydı? Savaş sırasında bile müttefik Almanya buna razı olmamıştı…
Dolayısıyla savaşın üretim altyapısı ve finansmanı diğer unsurlardan daha değerlidir. Daha başattır. Üretim altyapısı ve ticari kapasite ile kar elde edilir. Maliyetlerin üzerindeki kar marjı ile önce siyasi yapı oluşturulur sonra ordu kurulur, dini veya seküler mahiyette bir millet ideolojisi oluşturulur, ardından da kar ve zarar rasyosu iyi hesaplanmış bir savaş sürecine karar verilir. Bu açıdan bakıldığında, Hollanda - İngiltere Küresel Savaş Provalarının (1608-1683) ana aktörleri Hollandalı ve İngiliz ticaret mümessilleri, Hollanda ve İngiltere gemi yapım tersaneleri, özellikle de Amasterdam Bankacılık Sistemidir. Nitekim savaşı Hollanda kazanacaktır. 1. Dünya Savaşının ana aktörleri arasında da Alman Krupp İmparatorluğu ve Alman finans gücü, İngiliz ve Fransız sivil ve savunma üretim altyapısı vardır. Nitekim savaşın diğer aktörlerini bu ana aktörler finanse edecektir. Bu ana ve yardımcısı aktörler arasında lojistik- finans hattı kesilen ilk ittifak çatlayacak ve mağlubiyete uğrayacaktır. 2.Dünya Savaşında ise üretim altyapısı ve savaşın finansmanı daha fazla oranda başat rol oynayacaktır. Artık küresel güçlerin daha önceki savaşlara nazaran daha fazla kapitalist üretim altyapısı, savaşın finansmanı ve savunma tasarımı ve üretiminde inovatif kapasitenin farkına vardıklarını görmekteyiz. Bunu savaşın seyri içinde gerçekleşen icatlarda ve yeni harp araçlarının kullanımında gördüğümüz gibi savaş sonrası kayıtlarda da görmek mümkün. Özellikle savaşın düşman iki büyük ana gücü olan Almanya ve Japonya’nın bir anlamda röntgenini çeken Nürnberg ve Tokyo Savaş Suçları Mahkemeleri kayıtları çok önem taşımaktadır. Japon Gücünün ana iskeletini oluşturan kapitalist üretim altyapısı Zaibatsu Şirketler Koalisyonu bir anlamda Japon siyasasını, ordu biçimini, savunma üretimi altyapısının finansmanını, işveren oligarkların yapılanmasını, çalışanların hiyerarşik sistemde faşizan yapılar şeklinde yapılandırılmasını, dahili bir kontrol ve espiyon sisteminin kurulmasını sağlayan ana yapı olmuştur. Bugün bildiğimiz meşhur Japon markaları Toyota, Nissan, Mitsui, Mitsubishi, Kawasaki, vb hepsi Zaibatsu’nun güçlü üyeleridir. Japon ordusu Refah Yarımküresinde fetihler, işgaller gerçekleştirdikçe bu şirketlerin büyüme oranları artmıştır. Ayrıca bazı işgal bölgeleri münhasıran bu şirketlerden bazılarına verilmiştir.
Benzeri bir durumu Nazi Almanyası’nda görmek mümkündür. Alman kapitalizminin yoğun örgütlenmesi bir anlamda Hitler başta olmak üzere devasa Nasyonal Sosyalist yapıyı yaratmıştır. Dresdner Bank ve Deutsche Bank altında yapılanan Alman kapitalist üretim altyapısının devasa şirketleri özellikle Krupp İmparatorluğunun amiral gemisi olduğu devasa bir kapitalist Armada’ya dönüşmüştür. Daha Hitler iktidarının ilk yıllarında ayrılan Hitler Fonu ve Versay Anlaşmasını ihlal eden gizli silahlanma fonları dikkat çekicidir. Almanya’daki ekonomik sisteme bakıldığında tesadüfe hiç yer olmadığı görülmektedir. Tıpkı kapitalist Japon sisteminde olduğu gibi kapitalist üretim sisteminin koruyucusu ve alıcısı güçlü bir ordu kurulmuş, ordunun ihtiyacı olan üretimi yapan işçiler arasında tamamen Nazi Partisine bağlı işçi örgütlenmeleri yaratılmış, devlet bürokrasisine paralel bir Nazi bürokrasisi hakim kalınmıştır. Savaşın başladığı yıllardan itibaren de ortaya çıkan işgücü açığını işgal ederken topraklardan sağlanan esirler kamplardan alınarak çalışmaya zorlanmış, aynı şekilde Yahudi kökenli esirler de SS’lerin kontrolünde köle çalışma sistemine tabi kılınmışlardır. Her iki sistemde de işgal edilen topraklar ve ülkelerin yağmalanmasına, talan edilmesine ve talan mallarının ayrıcalıklı kapitalistler tarafından işletilmesine özel önem verilmiştir. Çin’in veya Ukrayna’nın talan edilen hammaddelerinin üretim merkezlerine hiç kayıpsız taşınması için büyük titizlik gösterilmiştir.
Her iki kapitalist devinin devasa üretimine ve tarihin görmediği ölçüde büyük talanına rağmen başarısız olmalarının en önemli ana nedeni karşılarındaki gücün özellikle ABD’nin çok daha büyük ve sistematik üretim gücünün olmasıdır. Savaş bittiğinde Almanya ve Japonya’nın kaybettiği makinelerin (Uçak, gemi, tank, zırhlı araç, vb) yerine doldurmada başarısız olduğu görülmektedir. Buna karşın ABD’nin savunma üretimi o kadar anormal montanlara yükselmiştir ki, savaş bittiğinde ABD dünyanın en azından 50 ülkesinde savaş makinelerini geri ABD’ye taşıma maliyeti ve zahmetine katlanmamıştır, elinde büyük miktarlarda savaş makinesi kalmıştır. (Burada, şu ayrıntıyı da vurgulamak istiyorum. Japonya ve Almanya’nın kapitalist altyapısına ilişkin bilgiler Tokyo ve Nürnberg Savaş Mahkemelerindeki ABD belgelerinden alınmıştır. Bu da bize şunu gösteriyor ki, bu bilgiler sadece savaş sonrası ortaya çıkan bilgiler değildir. Savaşın öncesinden de ABD ve İngiltere gibi ülke istihbaratı ve bilgi kuruluşlarının hasımları hakkında bilgi toplama faaliyetlerinin olduğunu göstermektedir.)Bu üretim altyapısının bir örneğini içinde bulunduğu olumsuz koşullara rağmen SSCB’de görmek de mümkündür. Şöyle ki, Almanların Rusya içlerine ilerlemesini müteakiben Stalin tarafından SSCB Savunma kompleksi bir bütün olarak Urallara taşınmıştır. O zamanki yetersiz teknolojisiyle SSCB Kızılordusu savaşın 1943 yılından itibaren hantal da olsa kendi fabrikalarından çıkan yeni Sovyet uçakları ve tanklarıyla savaşmaya başlamıştır.
Suriye Savaşının Ekonomi-politiği ve Türkiye
Şu an dünyada devam eden bir kapitalist güçler çelişkisi mevcuttur. Bunun bir tarafında ABD bulunmaktadır. Diğer tarafında ise siyasal olarak komünist ideolojiye sahip olsa üretim biçimi bakımından bal gibi kapitalist Çin bulunmaktadır. Suriye ve Ukrayna Savaşları bu küresel çatışmanın yerel izdüşümleri, semptomları ve cerahat yataklarıdır. Tarihi tecrübe açısından bakarsak gerilim üretim altyapısının ihracat pazarları bulmadaki rekabeti her geçen gün yoğunlaşmakta, savaşa dönüşecek bir ivme kazanmaktadır. ABD ihracat pazarlarını, ulaşım güzergahlarını ordularıyla kontrol etmektedir. Finans merkezlerini de elinde tutmaktadır.
Ayrıca kendi kontrolünde olmayan finans kaynaklarını da ev sahibi devletleri korkutarak denetlemektedir. Ancak, Çin’in devasa üretim altyapısını durdurmakta güçlü çekmektedir.
Agresif ihracat politikasıyla büyüyen ve bir finans birikimine erişen Çin’i dengelemek için her iki büyük savaş öncesinde olduğu gibi kuraldışı yüksek gümrük tarifeleri ve yasadışı vergilendirme ile durdurmaya çalışmaktadır. Ancak, görünen odur ki, Çin durdurulamamaktadır. Eğer güçlerden biri daha yaratıcı sivil ve barışçıl bir çözüm bulamaz ise bu küresel savaşa evrilebilecek bir durumdur.
İşte bugün bizi birinci derecede ilgilendiren Suriye savaşı bu küresel rekabetin bir
izdüşümüdür, yerel parçasıdır. ABD bütün yönlerini bilemeyeceğimiz bir şekilde Suriye’yi ortadan kaldırmış, bölgedeki Rusya ve İran’ı farklı hibrit yöntemler kullanarak bölgeden uzaklaştırmış, Suriye nüfusunun yarısının başka ülkelere kaçmasını sağlamış, yeni kurduğu devlete de küresel rezerv güçlerinden bir yönetim aygıtı yaratmış, Suriye’nin topraklarında genel olarak İsrail ve Türkiye arasında nüfuz bölgeleri oluşturmuştur. Ancak bu henüz nihai bir durum değildir. İsrail eliyle Suriye’deki savunma ve üretim altyapısı planlı bir şekilde tahrip edilmektedir. Bu durum devam ederken özellikle SDG Özerk bölgesi üzerinden yeni bir Ortadoğu yaratma projesi geliştirilmektedir. Bu projenin ana yüklenicisi ABD, yerel yüklenicisi İsrail, yerel kabullenicisi Türkiye, yerel hedef ise başta İran olmak üzere tüm Ortadoğu devletleridir. Oluşan bu yeni durum Türkiye’de devletin özellikle kendi içindeki Kürt kökenli vatandaşlar için en azından bir siyasi çatı projesi gerçekleştirme çabası zorunluluğunu doğurmuştur. Ancak, küresel gelişmelerden kendisi de etkilenen, özellikle dışarıdan bakıldığında çelik çekirdeğinde bakış açısı farklılığı gözlenen, yakın tarihsel süreçte yavaş yavaş yakın çevresi başka ittifaklara dahil ettirilerek ayrılan sonra da kendi içinde bir kutuplaşma yaşayan güç olarak bu projede nereye kadar yol alacağı konusunda şüpheler bulunmaktadır. Suriye savaşı ve genel projesindeki kayıpların ya da eksikliklerin Türkiye’nin iç yapısındaki projeleri de etkileyeceği görülmektedir.
Yine tarihi tecrübenin ışığıyla yolumuzu aydınlatırsak bazı tespitleri yapmamız gerekecektir. Öncelikle mevcut projede Türkiye’nin bir geç kalmışlığı söz konusudur. Şöyle ki, 1990’lı yılların sonunda artık Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar’da bir Türkiye rüzgarı esmeye başlamıştı. Eğer bu rüzgarı arkasına alarak Türkiye 2000’li yılların başından itibaren bu üç bölge ile bir ekonomik ve ticari entegrasyona gitmeyi başarabilseydi, hasımları/ rakipleri bugün olduğundan daha büyük bir ülke ile karşı karşıya kalacaktı. Ne yazık ki, dönemin fırsatları ciddi bir devlet politikası eksikliğinden dolayı adım adım heba edilmiştir.
Balkanlardaki ülkelerin birer birer NATO ve AB’ne girmeleriyle Türkiye'nin Balkanlar kolu kısalmıştır. Kafkasya’da Gürcistan gibi ülkelerde Rusya ve Ermenistan’da kısmen Batı yanlısı ülkeler güç kazanmıştır. En kötüsü de Azerbaycan büyük oranda İsrail etkisine girmiştir. Kafkasya’nın ötesinde birleşmeyi beklediğimiz Türki Cumhuriyetleri (Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan) ise hariciyenin büyük başarısıyla en son tahlilde Avrupa Birliği ile işbirliğine girmişlerdir, ne yazık ki, Kuzey Kıbrıs’taki Türk yavru devletini bile tanımaya matuf sembolik tutumlardan imtina etmişlerdir. Üçüncü bölge olan Ortadoğu’da ise küçük devletlerin sınırları daha da flulaşmış, Suriye’nin bir kısmında S. Arabistan, BAE ve Katar finans gücüyle etkili hale gelmişler, İsrail ise Türkiye’den farklı olarak Suriye coğrafyasında kalıcı bir işgal projesinde yol almaya başlamıştır. Bölgede İngiliz ve Amerika etkisi artarken, yeni yüzyıl için yepyeni bir siyasi aktör ortaya çıkmıştır: Bu Suriye’de özerk bölge, Irak’ta federal yapının parçası, İran’da ise henüz bir bölgesel grup olan Kürt topluluklarıdır. Sanırım bu durum Selahaddini Eyyubi ve amcası Şirkuh’tan bu yana oluşan en farklı durumdur. Tek farkla ki, Şirkuh ve Selahaddin Kudüs’ü almak için yanıp tutuşan liderlerdir, bugünkü durumda İsrail bu bölgenin ve bu toplulukların hamiliğine soyunmuştur. Henüz bu sayfanın nasıl kapanacağı meçhuldür. Türkiye’nin iyi niyetle başlattığı proje gecikmiş olmasının yanı sıra toplumsal ve sınır ötesi altyapısının oluşturulması bakımından eksiktir, geliştirilmeye hatta yeniden ele alınmaya muhtaçtır. İşin ekonomik altyapısı açısından bakarsak Türkiye ne yazık ki, bölge açısından herkesçe kabul görecek bir siyasi projeden yoksun olduğu gibi bölgeyi elinde tutacak, yaşatacak bir kapitalist üretim altyapısından yoksundur. Finans konusuna hiç girmiyorum, zira bırakalım sınır ötesini ülke içini bile dizayn edecek finans altyapısı ve birikimi ne yazık ki mevcut değildir.
Ülkemiz İçin Sonuç Yerine
Küresel bağlamda ABD ve Çin mücadelesi hangi evreye girecek bilgimizin dışındadır. Doğrusu küresel gelişmelerde olduğu gibi yerel gelişmelerde de Türkiye yukarıda anlattığımız çerçevede birinci sınıf devlet değildir. Doğrusu yeni evre Türkiye’yi de tüm dünyayı etkilediği gibi etkileyecek, belki domine edecektir. Ancak, her halükarda bizatihi olayların başlatıcısı olarak yer almadığımız bölgesel gelişmelerde Türkiye’nin pozisyonunu güçlendirecek bazı hamleler yapması elzem görünmektedir. Bu çerçevede kısaca değinmeler yapmak istiyorum:
1. Türkiye iç bütünlüğünü kısa sürede tekrar sağlamalıdır. Güçlü devlet yapısını özellikle hukuki sağlamlık, sosyal temsile saygı, üniversite eğitiminde birey özgürlüğü, devlet yönetiminde liyakata itina, kurumlar inşası ve kurumlar arası uyum, vb açılardan konsolide etmelidir.
2. Bölgesinde elinden kaçırdığı ülkeler ve toplulukları tekrar Türkiye’ye entegre etmelidir. Bu da Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da yeniden atılım yapmak ve geri kazanımlar sağlamak demektir.
3. Kürt meselesinde daha kapsamlı, daha derinlikli, sosyal tabana da inen sınır ötesini de etkileyen sadece siyasi değil aynı zamanda ekonomik, psikolojik, sosyal, çok yönlü bir büyükyaklaşım ortaya koymalıdır. Bunu yaparken de Ortadoğu’da yeni bir siyasi öznenin ortaya çıktığının farkında olmalıdır.
4. Arap dünyasını yeni bir bakış açısıyla yeniden değerlendirmelidir. Arap dünyasındaki ülkeleri ve toplulukları nüfuzları altında tutan Batılı ve Doğulu güçleri doğru analiz etmelidir, durumu değiştirmeye matuf bir zihinsel hazırlık yürütmelidir.
5. Bölgedeki İsrail genişlemesine özel bir dikkat sarf etmelidir. Ne yazık ki, İsrail bölgede en az bildiğimiz bir ülkedir, hala analiz edemediğimiz bir güçtür. İsrail’in pragmatizmini yeterince kavradığımızı sanmıyorum. İsrail duyguları, hırsları, intikam hisleri ile hareket eden, gösteriş ve şan şöhret tutkunu bir ülke değildir. Doymak için yemek yiyen, rasyonel davranan, sürekli çok alternatifli ve çok kültürlü projeler geliştiren bir ülkedir. Bunları övgü olsun diye değil, bir karşı çözüm bulalım diye yazıyorum.
İsrail konusuna ilave olarak bölgedeki denklemden İran ve Rusya’nın çıkmasının Türkiye- İsrail komşuluğuna etkileri üzerine düşünmek gerekir. Nasıl ki, Kuzeyde Rusya ile aramızdaki tampon devletlerin tekrar Rusya tarafından işgal edilip komşu olmamız aleyhimize bir durum ise İsrail ile aramızdaki tampon devletlerin ortadan kalkması, İsrail’e rakip güçlerin tasfiye olması aleyhimize bir durum teşkil etmektedir.
6. ABD ve Çin gibi ülkelere ilişkin ayrı bir politika geliştirme kılavuzu yaratmalıyız. Bu manuel devlet politikalarımızın uygulamasındaki sapmaları önlemelidir. Dış politikada bir devlet için en kötü şey, bireysel ve küçük taktik çıkarlar için kurumsal ve stratejik çıkarlardan yoksun kalmayı kabul etmektir. Özellikle Doğulu toplumlarda görülen bu hastalık bizde de caridir.
Toplumsal liderlerin övülmesi stratejik kazanımlardan daha önde tutulabilmektedir. Mesela dün Suriye’de Türkmen Fehim İsa’nın Suriye Savunma Bakan Yardımcısı ve Kuzey Bölge Komutanı olarak atanması çok aşırı büyütülmüştür. Ancak, temel gerçek başkadır: stratejik kayıplar kişisel atamalarla telafi edilemez. Suriye’nin petrol bölgesinin SDG/ PYD kontrolünde, Hermon Dağı ve su kaynaklarının İsrail’in işgalinde ve Suriye yönetiminin küresel rezerv güçlerinde, birçok stratejik bölgenin de ABD üslerinin himayesinde olduğu Suriye’de Türkmen Fehim İsa’nın atanması önemlidir ama mütevazı ölçüde önemlidir. Kaldı ki, Suriye yönetimi içinde tuğgeneral yapılan Osmaniyeli bir Türk de vardı, ne kadar devletimizin kontrolündedir, ne kadar önemlidir? Ne yazık ki, kişisel vurgular ve övgüler biraz da bizim tarafımızdan abartılarak çok önemliymiş havası yaratılmaktadır. Stratejik kazanım ile kişisel çıkar arasındaki ayırıcı ölçüyü ortak, kabullenilmiş, değer yüklenmiş bir ana siyaset belgesiyle yapabiliriz/ yapmalıyız da… Değerli dostlar, değerli okurlar, yazılarımızda yanlış değerlendirmeler olabilir, ama bugünlerin tarihine not düşmek için samimiyet testinden defalarca geçirilmiştir. Zira, bu günlerde yaptığımız hatalar bizi tarihin nesnesi durumuna düşürebilir. Halbuki biz tarihin öznesi olmak istiyoruz. Hem de tarihi şartlar tam da bu noktaya gelmişken….
Mehmet Ali BAL