Masalsız Yusuf / Feyza Akbulut Öner

Altay Ömer Erdoğan, bu hafta Yenigün Gazetesi'ndeki sayfasına yazar Feyza Akbulut Öner'in "Masalsız Yusuf" eserini taşıdı.

“Önce kendi içinde yolunu kaybeder insan. Sonrası dünya hâli.” Murathan Mungan

Çocukluğumun yarısı başkalarına pusula olmakla geçti. Nerde durursam durayım herkesin doğusu bendim. Dilimden, kaşımdan, saçımın dolaşığından bulurlardı yönlerini.

Sırada tek oturmaktı, bahçedeki en uzak köşe, sokakta duvar dibi, evde üşümekti Doğu. Başka yöne gidememekti. Hem eksiklik hem fazlalık olmaktı. Geçmeyecek bir sarılıktı.

Öğretmen kimi seçse durmak istemezdi yanımda. Bulaşıcı değildi oysa. “Kokuyor öğretmenim” derlerdi az oturduktan sonra. Sınıfın kalanı boşluğu yellemeye başlardı hızlı hızlı. Onlar boşluğu, kokuyu, pisliği parmaklarının ucuyla itiverirlerdi isteyince. Tozlu, çamurlu, yıpranmış pabuçlarıma bakardım öyle yaptıklarında. Bir peri tam da o anda değdirsin isterdim sopasını ayaklarıma. Rabiş’e gitmek isterdim; uçarak da olabilirdi koşarak da. Pisliğimin, söküğümün, yırtığımın ilgisi yoktu Doğu’yla. Anam kuyudaydı hep, babamsa denizde.

Ben Yusufçuk; köyün mağduru Bebek ile aklı kıt Rabiş’in oğlu.

Söbeçimen’in otuz sekiz hanesinden kime sorsanız bilir beni. Köy hiçbir yere komşu değil. Yeşili yok, asfaltı yok, çarşısı yok, pazarı yok. Kışları yüz on üç, yazları en fazla yüz otuz beş kişi olur içinde. Almancılar gelir onda da. Almancıların evi köyün çıkışında yan yana, betondan, iki katlı, büyük, her bir şeyleri var, etrafı yüksek duvarla çevrili. Geri kalan evler kerpiç. Mallarla dip dibe aynı bahçede. Bahçelerin etrafı ya telle ya tezekle çevrili, çoğunun kapısı yok. Herkes herkesin malını tanır denk gelince yolda, tarlada. Zaten hepsini babam çıkarır yaylak tepeye. Az konuşur, öz konuşur. “Mağdur amma akıllı adamsın” der köydekiler yüzüne.

Deli gözleri var babamın, çok mavi. Öyle böyle değil. Kime baksa içini görür. Kendine varacak sanırsın yürüyünce ama sopası götürür onu gideceği yere. Ayakları birbirine bakar her zaman, sol eli kapalı durur. Koşabilir öyleyken. Keçinin çıktığı her yere babamın da çıkacağından nasıl eminse anam, Rabiş’in de istese tepeleri sırtlanacağından o kadar emindir bütün köy. Bir de benim kadersizliğimden. Boşluğun ortasında doğup büyüyen bilmeyecekse kim bilecek kaderi zaten? Üç beş yılda bir kapımızı çalan dayılarım mı? Karıları mı, çocukları mı, kapağı Almanya’ya atanlar mı?

Evden aşırdığım kavanoz, şişe, tencere kapaklarını kazağımın içine saklayıp atabildiğim en uzak yere atardım dolaşırken. Kaderden kaçabilmek için gerebildiğim kadar gererdim kolumu. Rabiş, şeytan aldı götürdü zannederdi bulamadıkça. Şeytana dönüşmemek için ertesi gün attığım yerden geri getirirdim lazım olanları. Hiçbiri Almanya’ya varmamış olurdu neyse ki.

Dayılarımın şehirde bakkalları var, ortak. Ben hiç görmedim ama ezbere bilirim içini dışını. Her gelişlerinde ıcığını cıcığını anlattırır anam.  Memlekette diye bahseder bakkaldan söz açtığımda. Bebek, kızar duyunca. “Buralı olamadın ellam Rabiş, daha mı memleket diyon oralara?” diye küser hatta.

Çocukları apak, kokulu, pırıl pırıldır dayılarımın. Döşeğin ucuna otururlar gelince, parmaklarının ucuna basarlar, dudaklarının ucuyla içerler çaylarını, dillerinin ucuyla sorarlar hatırımızı. Ne sofra kurmasını isterler anamın ne yatak sermesini. Bizi görmeye gelmiş, çok kalmayacak olurlar. Bahçeye de çıkmazlar, tavuğa, kuzuya da bakmazlar. Gözlerinin ucuyla süzdükçe süzerler etrafı. Göz göze gelirsek odanın içinde bakacak bir şeyler ararlar kendilerine. Bulamadan da kalkarlar. Çocukların küçülenlerini bana bırakırlar, yengelerimin daralanlarını Rabiş’e, dayılarımınkini de babama giydirirler sırtını pışpışlayıp. Güler, gönenir, mutlu olur Bebek. Gözleri daha da mavi olur. Bir gözümüz görürse öteki göremeden bir fırtınayla gelir bir fırtınayla giderler dayılarım. İkisi de avcumuza zorla sokuştururlar yüzlükleri eşikten geçmeden. Rabiş arkalarından ağlarken otomobillerini bağırta bağırta tozun dumanın içinde kaybolurlar. Aklı kıt olsa da yüreği boldur hâlbuki anamın. Eksiğimizin parayla kapanmaz olduğunu bilecek kadar vardır aklı.

Rabiş, dama çıkıp tozun dumanın gözden kaybolmasını izlerken ben ayağıma büyük gelen botları sımsıkı bağlarım bileklerimden. Yaz günü, dizlerime inen montun fermuarını çenemin altına kadar çekip sokağa fırlarım. Gelene geçene gösteririm kendimi. İnco’nun kızı Şerife de görene kadar dolaşırım ortalıkta. Beni görünce güler Şerife. Montun sıcağından başka bir sıcağın içinde kavrulurum o zaman. Alnımdan sızan terleri savuştururum hızla. Saçımı yana yatırmak kolay olur. Bir yandan caka yapıp bir yandan Şerife’nin dişlerine bakarım. Onları saklamaya çalıştığı incecik parmaklarından tutup serviliğin gölgesine kavuşmayı hayal ederim.

Şerife’yi en son anamı kuyudan çıkardıkları gün gördüm. Ağlıyordu. Babam, Rabiş’in üstüne toprak atıp köylünün tesellilerini, yatsıya dek yanımızdan ayrılmayışlarını atlatıp pazar çantasına tıkıştırdığı şuncağız çaputla elimden tutuğu gibi döndü sırtını köye.

Kimseye bir şey demeden saatlerce yürüdük. Üç dolmuş, bir tren, bir otobüsle gelebileceğimiz en uzak yere geldik.

Ne o bir şey anlattı yolda ne de ben bir şey sordum.

Başımızı sokacak bir yer bulduktan sonra da kendini denize attı Bebek. Yaylaktan inmeyen adam denizden çıkmaz oldu. Yüzmeyi öğrenmeden nargileyle dalmaya başladı derinlere. Sınırı yok diye köye benzettiğinden ya da sesi Rabiş’i hatırlattığından saatlerce kalmaya başladı suyun içinde.

Benim bir anam vardı bir de Rabişim. İkisi de kuyuya düştü bir sabah erkenden. Bebek, ezanla, yaylak yola çıkmışken anam kazana bastı beyazları. Altını harladı da harladı. Ne kadar fokurdarsa fokurdasın ağarmazdı içliklerimiz. İki gün demez küllü su hazırlardık Rabiş’le. Ne iş varsa beraber görürdük. Odun mu kesilecek, ekmek mi mayalanacak, Girebolu mu sıkılacak, ayran mı çırpılacak… Rabiş hem anam hem arkadaşımdı.

Fifi diye bir masal anlatırdı aklına estikçe. Ne başı olurdu o masalın ne sonu. Fifi hep kaybolurdu bir yerlerde. Nerde kaybolduysa orda bırakırdı anlatmayı Rabiş. Bebek de öyle yapmıştı herhalde o ölünce.

Babamın adının Âlim olduğunu okula başladığımda öğrendim. Herkes öyle dediğinden öğretmen sorunca Bebek dedim ben de. Bütün sınıf bastı kahkahayı. Okuldaki ilk günümdü. Ben de güldüm onlara bakarak. Öyle güldüm ki hepsi susup beni izlemeye başladı şaşkın şaşkın. Susturmak istemedim ilk kez kendimi. Güldükçe Rabiş’le Bebek’le sığıştığımız yer yatağı serildi altıma. Güldükçe anamın odun kırışı, babamın keçilerin peşinde koşuşu, bahçede gurklayan tavuklar, uzaklara attığım kapaklar, servilerin hışırtısı, sac sırtında çevirdiğimiz yufkaların kokusu, Şerife’nin dişleri, köydeki ıssızlığımız kapladı içimi.

Ben Kürt Yusuf; midye toplayıcısı Âlim’in oğlu, anasız, Rabişsiz, Şerifesiz…

(Yazarın SRC Kitap etiketiyle okurla buluşan Herkesin Doğusu adlı kitabının “Masalsız Yusuf” adlı öyküsünden tadımlık olarak alınmıştır.)

Feyza Akbulut Öner

Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ile Anadolu Üniversitesi Medya ve İletişim bölümlerini bitirdi. Deneme, şiirsel metin ve öyküleri çeşitli dergilerde yayımlandı. Öyküleri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Petrol-İş, Alt-Kitap, Ölüdeniz ve Kadın Yazarlar Derneği seçkilerinde yer aldı.  “Güneş̧ Mektupları” adlı öyküsüyle 2014 Ümit Kaftancıoğlu Öykü̈ Ödülü’nü kazandı. Düşkapan: Hayat Ağacı / KÖK (2021) adlı romanı ve DERİmDEN (2022) adlı öykü̈ kitabı yayımlandı. 2023 yılında, Asuman Susam editörlüğünde, Eren Aysan, Lale Kabadayı ve Reyhan Altunay ile birlikte Geçmişten Günümüze Kurtuluşun 100. Yılında İzmir Edebiyat ve Sanat adlı kitabı hazırladı. Herkesin Doğusu adlı öykü kitabı, geçtiğimiz günlerde SRC Kitap tarafından okurlarıyla buluşturuldu.